SINIR'DAN BİR BÖLÜM ( syf.253-254-255)
“Hz. Muhammed’in bir hadisi var, bilir misin?''
Fırat’ın suları çekilecek, kuruyacak.
Sonra altından bir dağ çıkacak.
İnsanlar bunun için savaşacak ve her yüz kişiden sadece biri kurtulacak, doksan dokuzu ölecek. İnananlardan kim
orada bulunursa bir şey almasın.”
''Hz. Muhammed’in kıyamet alameti olarak bildirdiği bu hadis üzerine yüzyıllardır sayısız yorum yapıldı. Fırat’ın sularının çekilmesiyle ortaya çıkacak altından dağ ne olabilirdi?
Kimileri hadisi okunduğu gibi kabul etmenin makbul olduğunu savundu.
Karşı tezde olanlar ise senin gibi düşünüyordu. Bu kadar büyük rezerv okyanusta olsa fark edilirdi.
Kimileriyse sözün sadece bir teşbih olduğunu, altın kadar kıymetli başka bir şeyden bahsedildiğini öne sürdü. Petrol gibi!
Araştırmalara göre gelecekte su kıtlığı yaşanacağı muhakkak görüldüğünden su bile olabilirdi.”
“Küçümsemek istemiyorum ama peygamber sözüne dayanarak, elde hiçbir bilimsel veri olmaksızın yol almak ne kadar doğru? Hem soruma cevap alamadım. Fırat’ın altında bu kadar büyük bir altın rezervi olsa şimdiye kadar fark edilmez miydi?”
“Edilmezdi, edilemezdi.”
“Nasıl?”
''Çünkü konu olan toz altın! CERN’de yapılan bilim deneylerinde altının, madde ve anti maddeyi içinde barındırdığı
sonucuna ulaşılması ile dünyadaki en değerli madde olduğu ilan edilmiş, bir de isim verilmişti: CENNET TAŞI.
Bu ilk bakışta öylesine bir isim gibi duruyor değil mi? Hele ki bu ismi verenlerin çoğu Ateist olarak addedilen bilim adamları olunca...
Tüm bunları toparlayıp zinciri oluşturuncaya kadar bizim için de öyleydi. Oysa CERN’dekiler bu ismi öylesine koymamıştı.
Kutsal inançlara göre Fırat, Dicle, Seyhan ve Ceyhan cennetten akan nehirlerdi ve cennetin kapısı o bölgedeydi.
Oradaki altın da başka bir boyuta, cennete aitti.”
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.”
“Fark edilememesinin nedeni bu mu? Bana bu konuda hiçbir bilimsel gerçeklik sunamayacak mısın?”
“En az senin kadar ben de gerçeklere, deneylere, kuramlara bağlıyım. Bu nedenle de elimde bilimsel gerçeklikler olmasa asla bu kadar emin konuşmazdım.”
Cihan, Abdullah’ın bunca absürtlüğe nasıl bir bilimsel ispat sunacağını merak ediyordu. Beri yandan hükümet yetkilileri ile askeri yetkililerin toplantının başından beri ses çıkartmadan diyaloglarını dinliyor olmasını da garipsiyordu. Çoktan ikna olmuşlar da Cihan ve arkadaşlarının ikna
olmasını bekler haldeydiler.
“Seni dinliyorum.”
“Modern bilim ortaya çıkmadan çok evvel maddeler üzerinde çalışmalar yaparak onları değiştirip farklılaştırmaya, bütün hastalıkları iyileştirecek ilaçları hatta ölümsüzlük iksirini bulmaya çalışan insanlar vardı. Gerçi hâlâ varlar!... Bu kişiler en çok da değersiz maddeleri altına
çevirme çalışmaları ile bilinirlerdi. Bilim adamı değillerdi. Çalışmalarını deneme yanılma yöntemi ile yürütür, yöntemlerini de gizli tutarlardı. Çoğu ömrünü bir bilinmezin peşinde harcamış şarlatanlardı. Ne var ki aralarında az da olsa ne yaptığının farkında olanlar da yok değildi. Öyle ki bu kişilerin bazı çalışmaları günümüz biliminin temellerini oluşturmuştu.”
“Simyacılardan mı bahsediyorsun?”
“Evet. Simyacılar, bir takım kimyasal süreçlerden geçirilerek maddenin fiziki durumunda farklılık yaratmanın mümkün olduğunu iddia ettiler.
Bu iddiaları zaman içinde bilimsel bir gerçeklik halini almış, genel kabul görmüştü. Fakat iddialarının devamında madde farklı bir hale dönüşse bile özünün değişmeyeceği, kaybolmayacağı hatta görünmese dahi varlığını koruyacağı vardı. Bilim dünyası uzun süre
bu görüşe karşı çıksa da son yıllarda yapılan deneyler sonucu benzer bir gerçeklik yakalanmıştı. Bir miktar altın belirli şartlarda ve çeşitli kereler ısıtılıp soğutulduğunda önce rengi beyaza dönüyor, ardından parlak bir ışığa ve son olarak da toza dönüşüyordu. Fakat bu deneyi ilginç kılan, altının toza
dönüşmesi değildi. İlginç olan, işlem sonrası toz altının %60’ı kadarının kalıyor görünmesiydi!”
“Bu mu ilginç? %30’u buharlaşıp yok oluyorsa, ilginç olmadığı gibi pek de makbul bir yöntem değilmiş.” dedi Hakan gülümseyerek.
“Yok olmuyordu.”
“Eee? Nereye gidiyordu?”
“Bir yere de gitmiyordu. Görünmez oluyordu!”
“Anlayamadım?”
“%30’luk kısmının ağırlığı bir kuş tüyünden bile hafif oluyor, ağırlığı sıfırlandığı gibi gözden de kayboluyordu. Yani fiziksel olarak orada olmasına rağmen, yoktu da! Varlığı ancak temas edildiğinde hissedilebiliyordu.”
Cihan kafasını ellerinin arasına alıp baskı uygulamaya başladı. Başı ağrımaya başlamıştı.
“Fırat nehrinde altından bir dağ olsa da fark edemeyiz, çünkü göremeyiz diyorsun! Göremediğimiz bu altın, aynı
zamanda Fırat’ın altındaki ... maddenin de kalkanı.”
“Evet, Fırat kalkanı!”